26 Nisan 2011 Salı

kelebek uçması


Maria Callas- Un bel di vedremo (Madama Butterfly)

Öyle durulur bazen. Bir teoriye göre, fazlaca uykusuz kalındığında, bir zaman gelecek ve bu eksik uykuları tamamlamaya çalışacaktır bünye. Buna inanıyorum, son zamanlarda çok uyumuş olmamla ilgisi olduğunu düşünmesem de… Doğanın çalışma biçimi, bizim algımızda kusursuzdur çünkü. Aynısını, içinde dönüp debelenmekte olduğum bu yaşam için de söyleyebilmeyi isterdim; “Toplumumuzun düşünce biçimi, ahlakı, dengeleri, estetiği, bizi içine alışı ve yaşatışı(!) anlaşılabilir ve anlaşıldığı ölçüde sorunsuz ve kusursuzdur” diyebilmeyi…

Şaşırabilmeyi istiyor ve özlüyorum bazen. Hani iyi ve umut verici türünden sözetmiyorum. “Bu kadarını da artık beklemezdim” dedirtecek türden insana kötü hissettiren şaşkınlıkları özlüyorum. O zaman en azından içinde olduğuna kendini inandırdığın o özün varlığını biliyorsundur hiç değilse. Ya bu hissizlik, tepki göstermeye takatsizlik ne oluyor ? İnsanı küstüren, susturan, durduran, uyutan…
Ufak kaçışlar vardı hani eskiden, kaçmıyorum bir süredir. Beni her akşam üstü ve her gecenin ortasında bekleyen tek gerçeğe teslim ediyorum bedenimi. Ninni söyleyenler mi vardı eskiden uzaktan? Seslerini duyardım, sevgiden söz edip avuturlar, dinlenmemi ve uyumamı salık verirlerdi yumuşak bir tonda. Ben sırf o sesleri dinlemek isterdim, uyumayı değil. Çocukluktan kalma saçma bir korkudan belki, gece uykusundayken, o en çok sevdiklerimin canavara dönüşeceğine ve zarar vereceklerine inanırdım. Tabi öğrenilir sonra; insanların en tehlikeli hallerinin uyanık ve en uyanık zamanlarındayken olduğunu. Sadece başkaları değil söz konusu olan. Kendi kendimize, kendimiz için-hatta diğerlerinden kat kat fazla- tehlikeliyiz uyanıkken. Özellikle kendini değil ama kendine sevmişsen birilerini.

İşte bu anlaşılmışken, yatağında birinin koluna sarılma anlamsız takıntısından kurtarır kişi kendini. O zaman uyunabilir artık, doğa değildir bu ihtiyacı belirleyen bu kez şu teorideki gibi. Uyunabilir, çünkü ses yoktur, ninni yoktur, gündüz düşü yoktur, ağlamalar bitmiştir, kafanı yastığa koyar koymaz yüzünün ıslanacağına dair bir huzursuzluk yoktur, “bulutun geçip, gözyaşının çimende kalışı” misali.

İnsanların ağızları asla torba değildir, sözleri sonsuzdur ve gerçekten çok konuşurlar ve sıkça hani şu canım ülkemin politikacılarının popüler kıldığı o ifadede olduğu gibi; maksatlarını aşarlar. O kadar çok aşarlar ki, sessizliğini bozdururlar insanın. “Ah insanlar… her şeyi açıklamak zorundasındır onlara” demişti Samuel Beckett. Tabi açıklanamaz istendiğince. Anlatınca anlamayacaklarından veya sözcüklerin yetmemesi durumundan değil, sadece açıklanması mümkün olamayan durumlar vardır. Adına sosyallik, insanlar arasındaki hukuk veya basitçe; görgü kuralı denebilecek ince dengelerden dolayı açıklanamaz. Ayrıca insanlar -tembelliklerinden mi ahlaki veya bilişsel bazı yetersizliklerinden mi bilinmez - çok fazla sığınıyorlar bu sözcüklerin durumu anlatmaya yetmeyeceği lafına. Sözcükler pekala bir çok durumu, duyguyu anlatabilmemiz ve anlayabilmemiz için yeterlidir.

Ama ölçüsüzlüğün de sınırı yok bir yandan işte. İnsanlar arası ilişkilerde olmasını istediğimiz, daha açıkçası bir insanı sevmek için, en ön koşul olarak öne sürdüğümüz ölçülerin, estetik beklentilerin en ufak bir yansıması bile olmuyor konuşmalarda bazen. Kimsenin öyle konuşmalarına falan takılacak değilim de, adalet beklentisi içinde olanların ve bu beklentiyi dillerinden ve yüzlerinden düşürmeyenlerin, sevgiye karşı kaba ve sıradan ön koşullar dillendirdiklerini görmek en hafif ifade ile üzüyor insanı ve yinelemek gerekirse ; şaşırtmıyor. Hani kendi evlerini başka insanlara temizleten bir grup insanın –onaylanacak türde bir tutum olmasa da- ait oldukları sınıfın ahlakını göz önünde bulundurarak anlaşılabileceği ve fakat, insanların eşit olması gerektiğinden dem vuran ve konuşmalarda, sözde ölçüyü çokça kaçıran kimilerinin aynı davranış içinde olmasından üzüntü ve öfke duyulmasından çok da farklı değil bu durum. Ve aslında bireysel ve ayrışmış bir erdem yok kişilerde. Kendilerine öğretilenler var sadece. Ne kadar reddetme eğiliminde olsalar da, başta adına aile dediklerinin ve sonra da içine doğdukları topluluğun (kabilenin) yargıları, beğenileri, ölçüleri dolaşıyor içlerinde, onlardan aldıkları kandan daha çok ve beyinlerindeki her sinir hücresine ayrılamaz derecede yapışmış olarak ne yazık.

Bazen soranlar oluyor yalnızlığa çekenin ne olduğunu. İşte sözcükler eğer yetmeyecekse, burası oluyor bunun yeri. Öfkeli yanıtlar vermekten korkuyorum onlara ve kendime sonra. Adaleti sadece kendiniz için, tıpkı o “kusursuz” olanı istediğiniz gibi istediğiniz için bulamayacaksınız demekten korkuyorum. Korkuyorum çünkü biliyorum yararsız olduğunu böyle söylemenin. İnsanı o “yabancı insanların nezaketine bağımlı yapan” yalnızlığı bilmekten korkuyorum. Herkes için adil olanı istemek, bunu duyurmak ve hiç değilse yakınındakilere ulaşmanın umut edildiği ve çaba verildiği bir yolda yürümektir sevinç.

Ve sevinçle sonlanacaksa bu gece eğer, bir ışıktan bahsetmek yerinde olur sonda, kıyıları yalayıp geçen. Çünkü çocukluğun tüm duyguları korkudan ibaret değildir. Bir yerinde kesilip görünmeyen yerlerde saklanan fotoğraflar vardır.

Kaçışa dönüyorum.