Az önce gitti eylül. Bir yağmuru hediye etmekten geri durmadı yine de. Ben yıllar yıllardan sonra bir eylülde daha -başka boyutlardan birinde- sevmekten hoşnut, akşam üstü yağmurlu bir pencere arkasından uğurladım kendisini, biliyor olmakla beraber uğurlanmaktan hoşlanmadığını. Hep gelir eylül, ona veda edilmez ve sessizce özlenir hep.
Sonra;
İçtiğim şarabın rengi anlatmaya yetmez gecenin kırmızısını. Yüzünün yarımını hatırlıyorum hep nedense.Kalan yarısını biraz Chopin tam ediyor, biraz da yatağım; O'na dair tutkudan başka bir örtü ile örtünmediğim bir kaç zamandır.
Düşse düş. Bu kadar yağmurda kalıp başka ne yapılırdı ki bugün düşlemekten başka.
Sonbahar.
Evet, haklıydı en başta. Çok fazla gülümsemiyordum son zamanlarda. İstemediğimden değil, aşksızlıktan kendime ve bir başkasına. O zaman bu şehre geldim. İlkin gece gördüm o eskiyi, ve yeni olan her şeye savaş açarcasına yükselen ışıklı kulelerini, o kulelerin nehirde yansımalarını,hayatı bir kez daha kalbe bağlayan köprülerini... yüzünü, o bembeyaz ve sıcak tenini.
Sonra yürüdüm, çok yürüdüm. Ayaklarımı hissedemez oluncaya dek. Gündüz vaktini aklımdaki yağmur düşleri ile eritircesine. Bir özelliği, kendince bir karakteri olan tüm yerler ve insanlar gibi, geceleyin daha sevilesi oluyordu şehir. Nefesler birbirine karışıyor, öpüşler şimdiye dek en çok acımış olan yerlere konuyor ve bir kaç gün sonra ayrılacağı bilinen bedenler sarılıyor birbirine sabaha dek. Kulakta bir fısıltı gibi sesi, hiç kaybolmuyor işte ne yapsam.
Bir sonbahardı böyle karşılanan, şölenden daha büyük bir hazla, aşkla, nefesle. Geceleyin o metronomun olduğu parkta nehre, şehre, birbirimize bakarkenki kadar sessiz kalmalıydım aslında, biliyordum bunu. Şimdi yapamıyorum ne var ki. Ayrılmaya ve unutmak zorunda olmaya bu kadar yakınken, susamıyorum bir türlü ne kadar istesem de.
Gizlice bir taş alıp atıyorum cebime, o çok sevdiği ve ara sıra koşmaya gittiği parktan. Ve içime, aynı bir evin anahtarı gibi, kaybetmeyeceğim bir yere atıyorum çay içtiğimiz yerin fotoğrafını.
Şimdi, ayrılışa saatler kala, o en son içtiğimiz "erken" şarabın rengine benziyor duyduklarım. Bu hayatta en güzel olanlar, sanırım hep "erken" bitiyor. Yine de bu, ömrüm olduğunca o dudakların tadını ve o nefesin kokusunu unutacağım anlamına gelmiyor.
Derken; işte bir kaç gün öylesine ağır, biraz tuhaf- çünkü başıma gelmedi böylesi önceden- ve sarı-beyaz kıvamda bir aşk ile böyle sona eriyor. Prag bana bir sonbahar sunuyor, tadını unutmuş olduğum, bir gülümseyiş ile birlikte. Bense Vltava Nehri'ne bir kaç damla gözyaşı bırakıyorum karşılığında. Böylece anlamış oluyoruz birbirimizi, kısa bir sımsıkı sarılışla ayrılıyoruz.
Sadece beden değil, kalp de serin. En doğru ifade bu olurdu halimi anlatmaya bugün, bir tepeden dünyanın -şimdiye dek gördüğüm- en güzel görüntüsüne bakarken. Ağlamadım, ağlayamadım, sadece bir yumru vardı boğazda. Bir de sarsılıyordum arada sanki. Güzel hissettim, güzel hissediyorum.
Bir yandan, ölüp gitmeden önce bu serin mavi-yeşil-beyazı görüp, yaşayıp hazdan öte duygularla donanmış ben; içimden kendiliğinden çıkan, isimsiz kötücüllüklerle vedalaşmaya niyetlendim belki ilk kez. Veda gerçekleşti mi bilmiyorum şimdiden. Sonraki hayat gösterir elbet. Yalnız olarak bu düş coğrafyasında olmanın güzel yan etkileri bu duyulanlar,diyelim şimdilik.
Çocukken kurulan hayallerin, şimdikilerden en belirgin farkı; o zamanlarda bu hayallerin gerçekleşeceğine dair,içten içe sağlam bir inanca sahip olmaktı. Şimdilerde ise doğaldır ki inanç hasarlı oldukça. Bugün hayal kurmanın eskiden farkı ; asıl olanın, hayalin gerçekleşme olanağı değil, bizzat kendisi olduğunu anlamak oluyor. Eğer insan kendinden fazla uzaklara kaçmamış ve daha kötüsü, kendine sonu belirsiz bir savaş ilan etmemişse tabi. Yani yolculuk; aslında insanın kendi kendine varma çabası, çocukluğunun hayalleri rehberliğinde...
Bu yolda, kuzey ülkesinin fiyordlarında, bitmiş midir ki savaş içteki? Kendini affetmiş midir insan ?
Burada bir tren yolculuğu sırasında, çantamda tesadüfen kalıvermiş olan, önceki başka bir tren yolculuğundan kalma bileti, pencereden bırakıverdiğimde, tam o an hissettim hafifliği.Çünkü bu ufak tören, birilerini olduğu kadar, kendimi de affedişim aynı zamanda. En azından öyle olmasını umuyor ve bekliyorum sonrasında.
Dönüş yolculuğunun son ve telaşlı anlarında yazmak istedim buradan henüz ayrılmamışken, ve kuzeyin gece beyazı ile doluyken.
Rüya görmek, ve görülen rüyaların hepsini olmasa da bir kısmını hatırlıyor olmak, sağlıklı uykunun göstergelerinden biri. Sağlıklı uyku da, ruhun gediklerini biraz onarmış oluğunun itirafı kendimize, görmezden gelmemeli.
Eğer, bu dünyada tanımış olduğunuz, sesinde ve alnının çizgilerinde şefkat olan biri girivermişse uykuya ve hiç konuşmadan, öpmüşse düşte ve o "uyandıran" öpüşten duyulan, var olduğu ise insanın kendine bir cumartesi sabahı -başka bir şey değil- baharın kokusunu içe çekme zamanıdır artık.
Bir hakediş bu, evin dışarısını. Hakkımız olduğundan şüphe etmeyeceğimiz hallerden biri. Rüya diyor ki; "Ölüler çoktan terketti bu şehri, tren istasyonları, kız kulesi görüntüsü, kaygısız ve mutlu yüzlü turistler, balık-ekmek, baharat kokuları, garda seni bekleyen dost, eve dönene kadar yorulduğunu bilmeden yürümek...hepsi senin bunların bugün"
Eve döndüm sonra, vazoda papatyalar vardı. Bir zamanlar bir iyimserlik vardı bende, "günaydın İstanbul" derdim her sabah, oturduğum çatı katından şehre bakıp. Artık ölüler gittiğine göre, her zaman, ayakkabılarını bile çıkarmadan dolaşabilirsin evimde.
Uzun bir yolculuk öncesi, küçük bir bavula sahip bir insanın yanına alacaklarını iyi seçmesinin zorunlu olduğu bir dönemi yaşıyorum. 21 gram filminden de çok iyi öğrendiğimiz üzere, ruh hafif bir şeydir ve ben sırf kolaycılığımdan ötürü, ruh taşımayı ön planda tutuyorum.
Elbette ruh taşımak için, birilerinin size gönüllü olarak onu vermeleri gerekiyor. Çünkü bu ruh denen nesne, öyle kolay kolay yolda, çarşıda, sahil kıyısında bulunmuyor. Ve elbette kapitalizm, bir gün gelecek ,şimdi bedenleri rahatlıkla aşk niyetine tanıtıp türlü türlü yollardan sunduğu gibi, ruhları da satışa çıkaracak ve biz, şu an eksik olan tatminlerimizin son noktasına ulaşmış olacağız böylece.
Bunca yıllık gözlemlerim, şunu öğrenmemi sağladı ki, bir ruh ne kadar eksik ve tatminsizse, o denli güç oluyor sunulması da karşısındakine. Hani "az" olanı kendisine saklamak, kendisi için kullanmak istiyor insan. Bunu söylerken, bu suçlamayı kendi üstüme alarak söylediğimi belirtmeliyim. Ancak bunun tersi durumundaki önermede, suçlanan taraf da değişmeli elbette. Çünkü nadiren de olsa, ruhumu sunmaya yakın olduğum bazı zamanlar oldu ve biri ruhunu vermeye hazırken karşı tarafa, karşı tarafın bunu alma-almama seçimi de, O'nun ruhunun kıvrımlarındaki tatmin duygusu ile gösteriyor kendini. Sonuçta ödipal karmaşasını bilinç düzeyine taşıyabilmiş ve bilinçle de taşımayı sürdüren insanlara dikkatle ve ciddiyetle yaklaşmak gerekir. Tabi, en yakın ve güvenilir takipçileri, yanlış bir yolda olduklarından dolayı,genellikle çarmıha germeye kalkışsa da onları, değerleri çok uzun zamanlardan sonra anlaşılabilir, bilemiyoruz şimdi. Ruhlarının ağırlıklarını tartamıyoruz, tartabilene aşkolsun ve hatta helal-i hoş olsun.
Değerleri çok uzun zaman sonra anlaşılanlardan söz açmışken, yukarıda sözü edilen fantazma kişilerden çok ayrı, gerçekten yaşayanlar da var. O kadar gerçekler ki, sevgilerini bir yıldızlı gökyüzü resminde, sadece kendilerine anlatmak için var oldular yaşamda. Ve ben anlamıyorum hala böyle bir duyguyu nasıl taşıdıklarını. Gidecek çok yollar var daha ve bu yaz o yıldızlı gökyüzünü görebileceğim bir yolculuğun hazırlıklarına başladım.
Öncesinde ise yaşamdan basit bir isteğim olacak; bir kayıkla denize açılıp şarap yudumlamak birisi ile.
Bunları " gerçek" yaşamdan kimsenin okumuyor oluşunun rahatlığı ile yazıyorum, ve kimi iyimser gözlerimdeki gündüz düşlerimde, kimi en karanlık kabuslarda yer etmiş insanlara demek istiyorum ki; aşk, tutku, melankoli ve diğer sevgi sözleri bedenin parçalarında ve özellikle dilde oldukça kötü duruyor. Bunları saklamak gerek ruhta olabildiğince. Bir gün denetimsiz kaldığında o ruhlar, alacak biri de vardır elbette yakınlarda.
Öyleyse ruhunu ver bana, veya ölene kadar sessiz kal (!).
Maria Callas- Un bel di vedremo (Madama Butterfly)
Öyle durulur bazen. Bir teoriye göre, fazlaca uykusuz kalındığında, bir zaman gelecek ve bu eksik uykuları tamamlamaya çalışacaktır bünye. Buna inanıyorum, son zamanlarda çok uyumuş olmamla ilgisi olduğunu düşünmesem de… Doğanın çalışma biçimi, bizim algımızda kusursuzdur çünkü. Aynısını, içinde dönüp debelenmekte olduğum bu yaşam için de söyleyebilmeyi isterdim; “Toplumumuzun düşünce biçimi, ahlakı, dengeleri, estetiği, bizi içine alışı ve yaşatışı(!) anlaşılabilir ve anlaşıldığı ölçüde sorunsuz ve kusursuzdur” diyebilmeyi…
Şaşırabilmeyi istiyor ve özlüyorum bazen. Hani iyi ve umut verici türünden sözetmiyorum. “Bu kadarını da artık beklemezdim” dedirtecek türden insana kötü hissettiren şaşkınlıkları özlüyorum. O zaman en azından içinde olduğuna kendini inandırdığın o özün varlığını biliyorsundur hiç değilse. Ya bu hissizlik, tepki göstermeye takatsizlik ne oluyor ? İnsanı küstüren, susturan, durduran, uyutan…
Ufak kaçışlar vardı hani eskiden, kaçmıyorum bir süredir. Beni her akşam üstü ve her gecenin ortasında bekleyen tek gerçeğe teslim ediyorum bedenimi. Ninni söyleyenler mi vardı eskiden uzaktan? Seslerini duyardım, sevgiden söz edip avuturlar, dinlenmemi ve uyumamı salık verirlerdi yumuşak bir tonda. Ben sırf o sesleri dinlemek isterdim, uyumayı değil. Çocukluktan kalma saçma bir korkudan belki, gece uykusundayken, o en çok sevdiklerimin canavara dönüşeceğine ve zarar vereceklerine inanırdım. Tabi öğrenilir sonra; insanların en tehlikeli hallerinin uyanık ve en uyanık zamanlarındayken olduğunu. Sadece başkaları değil söz konusu olan. Kendi kendimize, kendimiz için-hatta diğerlerinden kat kat fazla- tehlikeliyiz uyanıkken. Özellikle kendini değil ama kendine sevmişsen birilerini.
İşte bu anlaşılmışken, yatağında birinin koluna sarılma anlamsız takıntısından kurtarır kişi kendini. O zaman uyunabilir artık, doğa değildir bu ihtiyacı belirleyen bu kez şu teorideki gibi. Uyunabilir, çünkü ses yoktur, ninni yoktur, gündüz düşü yoktur, ağlamalar bitmiştir, kafanı yastığa koyar koymaz yüzünün ıslanacağına dair bir huzursuzluk yoktur, “bulutun geçip, gözyaşının çimende kalışı” misali.
İnsanların ağızları asla torba değildir, sözleri sonsuzdur ve gerçekten çok konuşurlar ve sıkça hani şu canım ülkemin politikacılarının popüler kıldığı o ifadede olduğu gibi; maksatlarını aşarlar. O kadar çok aşarlar ki, sessizliğini bozdururlar insanın. “Ah insanlar… her şeyi açıklamak zorundasındır onlara” demişti Samuel Beckett. Tabi açıklanamaz istendiğince. Anlatınca anlamayacaklarından veya sözcüklerin yetmemesi durumundan değil, sadece açıklanması mümkün olamayan durumlar vardır. Adına sosyallik, insanlar arasındaki hukuk veya basitçe; görgü kuralı denebilecek ince dengelerden dolayı açıklanamaz. Ayrıca insanlar -tembelliklerinden mi ahlaki veya bilişsel bazı yetersizliklerinden mi bilinmez - çok fazla sığınıyorlar bu sözcüklerin durumu anlatmaya yetmeyeceği lafına. Sözcükler pekala bir çok durumu, duyguyu anlatabilmemiz ve anlayabilmemiz için yeterlidir.
Ama ölçüsüzlüğün de sınırı yok bir yandan işte. İnsanlar arası ilişkilerde olmasını istediğimiz, daha açıkçası bir insanı sevmek için, en ön koşul olarak öne sürdüğümüz ölçülerin, estetik beklentilerin en ufak bir yansıması bile olmuyor konuşmalarda bazen. Kimsenin öyle konuşmalarına falan takılacak değilim de, adalet beklentisi içinde olanların ve bu beklentiyi dillerinden ve yüzlerinden düşürmeyenlerin, sevgiye karşı kaba ve sıradan ön koşullar dillendirdiklerini görmek en hafif ifade ile üzüyor insanı ve yinelemek gerekirse ; şaşırtmıyor. Hani kendi evlerini başka insanlara temizleten bir grup insanın –onaylanacak türde bir tutum olmasa da- ait oldukları sınıfın ahlakını göz önünde bulundurarak anlaşılabileceği ve fakat, insanların eşit olması gerektiğinden dem vuran ve konuşmalarda, sözde ölçüyü çokça kaçıran kimilerinin aynı davranış içinde olmasından üzüntü ve öfke duyulmasından çok da farklı değil bu durum. Ve aslında bireysel ve ayrışmış bir erdem yok kişilerde. Kendilerine öğretilenler var sadece. Ne kadar reddetme eğiliminde olsalar da, başta adına aile dediklerinin ve sonra da içine doğdukları topluluğun (kabilenin) yargıları, beğenileri, ölçüleri dolaşıyor içlerinde, onlardan aldıkları kandan daha çok ve beyinlerindeki her sinir hücresine ayrılamaz derecede yapışmış olarak ne yazık.
Bazen soranlar oluyor yalnızlığa çekenin ne olduğunu. İşte sözcükler eğer yetmeyecekse, burası oluyor bunun yeri. Öfkeli yanıtlar vermekten korkuyorum onlara ve kendime sonra. Adaleti sadece kendiniz için, tıpkı o “kusursuz” olanı istediğiniz gibi istediğiniz için bulamayacaksınız demekten korkuyorum. Korkuyorum çünkü biliyorum yararsız olduğunu böyle söylemenin. İnsanı o “yabancı insanların nezaketine bağımlı yapan” yalnızlığı bilmekten korkuyorum. Herkes için adil olanı istemek, bunu duyurmak ve hiç değilse yakınındakilere ulaşmanın umut edildiği ve çaba verildiği bir yolda yürümektir sevinç.
Ve sevinçle sonlanacaksa bu gece eğer, bir ışıktan bahsetmek yerinde olur sonda, kıyıları yalayıp geçen. Çünkü çocukluğun tüm duyguları korkudan ibaret değildir. Bir yerinde kesilip görünmeyen yerlerde saklanan fotoğraflar vardır.
Bu yazı ile değişmeyecek yaşamın. Bu sözcükler, yetmeyecek ne kendinde, ne bir başkasında olup biteni duyurmaya. Daha güçlü hissetmeyeceksin, hatta azalacak belki takatin. Ne bir devrime yol açacak, ne bir şemsiye gibi koruyacak yağmurdan, ne de bir şişe şarap olup, bedenini ısıtacak senin ve hiç kimsenin. Dün yaşananları affetmeni sağlamayacak ve aynı zamanda, düne dair başıboş, savruk ve uçsuz sevgiden, bir parça olsun eksiltmeyecek. Ne sabah telaşlarını bitirecek, ne o yaşamdaki şekilsiz parçalardan bir “bütün” oluşturacak. Yarın, daha az ya da daha farklı sevmeyeceksin, bir geceye saklı yeşil dalı fark ettiğin anda. Ve aklına düştüğünde o uzak yerdeki uzak acılar, ilk saplanışlarındaki kadar acıtacak kalbini. Yaslar da aynı kalacak, bir ömür bitmeyecek sebepsiz sevinçler de. **
Bir zaman, benim de kısa süreliğine bir rehberim vardı, cehennemden geçmekte olduğum zamanlarda. En çok iki öğüdü hatırımdadır. İlki, yazmak gerektiği idi. Yazdıklarının bir yere varıp varmayacağını bilmeden, bilmeyi istemeden, sadece yazmak için ve arada sırada, sessizliği bozma cesaretini edinmek için. Hep bir sözümüz olsun istiyoruz değil mi ? Tüm istediğimizi anlatan bir söz belki. Birisi, birileri için “olmak” istiyoruz. Kendimize ne kadar varsak… Aynadaki görüntüden ne farkın olduğunu bilmek isteği mi,yazılarda kendini görme çabası? Yoksa kuralları biz henüz yokken ve isteyip istemeyeceğimiz hesap edilmeden konmuş bir yüzeysel dünyada, kaç kapalı kalbe ulaşır ki sözler? Sessiz kalmak faydasız yine de. En az bir gece vakti sabaha kadar, duyulan sevgiyi , duymayan birine anlatmak kadar faydasız. Çoğu insan gözleri, o soğuk aynalardan farksız çünkü. O öğretilen yanlışlar sonucu gözlerin sadece görmeye yaradığına inanmışlara; “Hayır, gözler aslında duymak içindir, biz bazı insanlar, çığlıklarını sese dönüştürmeyi bilmeyenleriz” demek, faydasız…
Yani; “Bunları yazmak ne yaşamı değiştirecek, ne de güçlü yapacak seni” diyor ses. Yine de dünyanın dışında kalmana izin vermeyeceğim, bunu istemiyorum.
Otur o halde masaya ve yazmaya başla.
** Gotan Project' in Confianzas şarkısını dinlerken akla gelenlerdir, şarkı sözünün tercümesi değil yoksa.
Susmak... Uyumadan, öylece ve günde bırakılan tamam olmamışları düşümeden, gölgelerinle dertleşmeden kendiliğinden gecenin tonuna uymak. Mevsim, mevsimi çağırıyor. Neden o beyazı istiyorum? Vücudumun ve aklımın bir kısmınının soğumuş olmasından başka ne kaldı o mevsimden ? Dünyanın ihtişamı karşısında dillere kendiliğinden ket vurulduğu o zamanların birinde; bir doğu gölü, hemen üstünde alabildiğine büyümüş parlak ay ışığı...Tümü karla kaplı yeryüzüne çarpar.Gecedir, ancak gözleri olduğu kadar kalpleri de yakan bir parlak mavi-beyaz renk taşar yüzeyden.Kalın giysileri delip içimize,binbir kaygı ve düşüncenin set kurduğu, şarap sarhoşu bitab düşmüş beynimize girer. Ne düşüncelerin sesi vardır, ne de bir fısıltı. Tek duyulan minicik dalgaların bıraktığı izdir karla kaplı ayaklarımıza. Susmak; yaşamın hiç beklenmedik güzelliğine yakın olduğunu duymak için,susmak geceye...Uyumadan ve uyarak yaşamanın büyüsüne, sadece susmak vardı şimdi. Amaçlamadan, istemeden, sırf mutluluğun bu türlüsünü kalbe kazımak için.
Bir büyük yanılgıdır, söyleşerek paylaşmak bir nefesi biriyle. Düş, o nefesin kendisini paylaşmaktır insanla. Hani uyurken yanıbaşımızda duran su duruluğunda ve sessizliğinde hem de.
Şimdi bir yandan ilkbahara dair sözcükler söylenmekte, diğer yandan da bir başka parçasında yaşamın, kar yağacağını müjdelemekte biri gülümseyerek bana. Belki yağar, belki yağmaz. Yine de mevsimler değil mi yenileyecek olan bizi?
Ah, susmak vardı şimdi bu notları yazmak yerine. Aynı o zeytin ağaçlarının karla ilk tanıştıkları, yapraklarında olabildiğince tuttukları günkü sessizlikleri gibi.
Biri veda eder duygusuzca basit şeylere
Aynı bir ağacın, sonbahar zamanı yapraklarının ölmesi gibi.
Sonuçta acı, basit şeylerin yavaş yavaş ölümüdür.
Ve bu basit şeyler, devam eder kalbi acıtmaya.
Biri her zaman geri döner o eski yerlere,
Bir zamanlar yaşama aşık olduğu.
Sonra anlar nasıl olduğunu,
Yitirilmiş güzel şeylerin.
Bu yüzden sevgili, ayrılma şimdi,
Düşleyip geri dönüşü.
Ki basittir aşk
Ve bu basit şeyler kaybolur zamanda
Biraz daha kal burda, bu gün ışığının parlaklığında
Nerede bulacaksın ekmekli, güneşli hazırlanmış bir masayı.
Bu yüzden sevgili, ayrılma şimdi
Düşleyip geri dönüşü.
Ki basittir aşk
Ve bu basit şeyler kaybolur zamanda.
*Söz: Julio César Isella, müzik: Armando Tejada Gómez
Sana demek isterdim,bir şarkıyı haykırmak gibi; ne çok sevdiğimi sözlerini.Bir gün bir ışıklı sabah bulunur diye...Hayatımızca unutmayız o zaman, bir gün ve o sabah; bir kez olsun yaşayabilme düşünü...Yetmez o sabahlar ve bu yetmezlik ölçüsünde değerli olur yaşam. Gün mevsime, mevsim,ömre dönüşür.Ve biz keşfedilmemiş yeni bir mavilik buluruz onda. Kıyıdaydım yine,hep olageldiğim yerde. Soğuk ve güneşliydi gün. Adalar sisle kaplanmıştı, zor görüyordum, ve uzaktaki elimin sızısından yaşarıyordu gözlerim. Çok sevmiştim kelimelerini.Umudu unutmamak için. Buradaydın...
Ölümcül ve karanlık bir şeye dönüştü sevgim. Bir rengi bile yok tanımlayabilecek onu. Buna karşın, o sevgiyi taşımamış olsaydı, bir değeri de kalmamış olacaktı çirkin varlığımın. İsteyemem ki daha çok....İstemelerin sonucu bu; istenemeyen ve sevilemeyen bir adam.
Bu dengidengineçalandavulgiller kabilesinin, uydurulmuş aşk kurallarıyla bir derdim var.
Kimse, aşk yüzünden yitip gitmiş öz saygıyı geri kazandırmak zorunda değil ötekine.
Ama "koşulsuz sevgi" denen bir kavram var, yok mu ? var.
Buna karşıt, "sevgiye kayıtsızlık" denen bir kavram daha var... Olmasaydı iyiydi gerçi....ama var.
Bu dünyada, birbirine karşıt kavramlardan, kötü olanları ağır basıyor, bu yüzden dengede kalmak için iyi yana doğru eğilmekten, bu kötü postüre sahip olduk (iyiye eğilmek, ona dokunmayı sağlamasa da).
Bu dünya , bu kurallar, bu derin sevgisizliğin sağır edici sesleri, adamı "BORDERLINE" yapar da ruhu bile duymaz.
Sevgisizlik, Araf'ta yaşatır insanı ve bana kalırsa, Araf, Cehennem'den de kötü bir yerdir. Öyledir...
Sevemedin, sevemiyorsun.....anladım, gerçekten anladım. Ama ne olur Araf'ta yaşamamı isteme benden. İçinde iyilik ve güzellikten başka hiç bir şey yoktur senin ve tüm güzel insanlar gibi adamı anlarsın sen. Alışkın olmadığım bir yer değil, şu an durduğum. Ve yaygın görüşün aksine, sıcak değildir, buzlarla kaplıdır.